1 Aralık 2012 Cumartesi

İSOT’IMI KUNDAĞLIYACAĞAM..!

Sabri Temel
**************************
-Her birimiz, değişik nedenlerle terk etmişiz sılayı..Bırakıvermişiz geride, tüm anı ve sevdiklerimizi.Kimimiz yeni bir iş tutmaya, kimimiz okumaya ve kimilerimiz de, elde olmayan değişik ve zorunlu nedenlerle atıvermişiz kendimizi metropollerin loş varoşlarına.Bedenimizle beraber, tüm hasletlerimizi de beraber taşımışız yurt edineceğimiz bu yerlere…
-Gelmişiz gelmesine de; geride bıraktıklarımızın hasreti bir yana, özlem duyupta, kolay kolay erişemediğimiz hasletlerimizin daha yakıcı olan hasreti bir yana…
-Kimimiz pastırmaya, kimimiz Halep tavaya, kimimiz çiğköfte ve lébenı şorbasının hasretiyle kulak vermişiz sıladaki baba ocağına…Büryan kebabı, çağ kebabı, mısır ekmeği, kete, annelerin yaptığı börekler, hep hayallerimizi süslemiştir.
-Bunların bir çoğunu metropollerde kısıtlı da olsa bulmanız ve ulaşmanız  mümkündü belki, ancak; baba ocağında, anne elinden yediklerimizin tadını ve lezzetini  alamazdınız…Tüm bunlara alternatifler oluşturulmuştu metropollerde...
-Ya benim “İSOT”ım ne olacaktı..Onu nerden nasıl bulacaktım
-İşte benim mühim meselem de buydi kardeşim..Kuru isot’tan yana problem yoktu..Her an, her yerde bulamadığım” tézze İsot” meselesi, bizim için mühim bir mesele haline gelmişti.
-Çünkü 1980 öncesinde yağma yok, tézze isot’ı öyle her köşebaşında bulmanız mümkün değildi, İstanbul metropolünde.
-Elinde; acil hastasına ilaç almak için nöbetçi eczane arayan insanlar gibi tézze isot arama serüvenlerimiz olmuştur metropol varoşlarında.
-Bayrampaşa, K.Mustafa paşa, Aksaray-Sofular, Şirinevler, Fatih kadınlar pazarı, Fındıkzade bazen de Süleymaniye ve küçük Pazar da, Urfa’ya komşu olan illerden gelen tézze top isotları bulmak mümkün olurdu…Lâleli camisinin altındaki pasajda, Birecikli ABİT’te; mevsiminde tézze isot ve Urfa’ya özgü tüm zahire çeşitlerini bulmanız mümkündü..
-Bahsedilen noktalardan edindiğimiz bu tézze isot hazretlerini edindiğimizde, eve bir hoş edayla gitiğimi hatırlamaktayım.Evdeki hatunla da, her konuda olmasa da, İsot konusunda aynı frekansları bir uyum ve ahenk içinde paylaşmaktaydık.Bir poşet dolusu tézze isotla eve gitiğinizde eşinizin o andaki mutluluğunu tarif edemezsiniz.
- Kendine geldiğinde; “Sabo, bı kéder isot’ı ne yapacağsan, pozılır taman.” Dediğinde…
-Pozılmaz arvad, sen merak etme..Êlımız méhkım isota karşı…”Ne yapım, isota yağ çekeceğam, göyınlerını ğoş tutacağam”…
-“Sabo heç tézze İsot’a yağ sürılır mı..”
-Ya arvad, éle degıl degıl…Hele sen onarı biye balkona getır. Onarın başına bi çorap örecağam…Ne yapacağsan…Sen dur seret isotın kundağlısını..
-İSOT’LARIMI KUNDAĞLIYACAM…
-Balkona aldığım isotlarımı geniş bir kaba aldıktan sonra, önlerine oturup, onları tek tek ince kağıtlara sarıp karton koliye düzecağam., Onları serin balkonda muhafaza altına alacağam..
-Déyecağsan kı niye..Işte éle..!
-Ê…Ne yapım kardaşım, her gün manita kovalar kımın, İsot mı kuvalıyacağam..E..ler kuvalasın “Êrzı kırığ isot’ı”.Aman ha, bıralığı isot kardaşımız duymasın..Soyna, bıze bi yanış filan yapar…Hele bi’rézım daha évallah çekağ..Ya Sabur Ya Allah…Başa gelenı çekecağığ..Nasıl olsa; güz geldı, ümrının son demını yaşi…Tiyegı de, gendı de kurıyıp gıdecağ.Allah’ımıza dué edağ kı; “ Kökı kömçegı kurımasın.”…
-Ula isot; eskı böyıkler “Paşa bağı” isotı derlerdı seni üçün..Paşabağındakı, yurdi yuvayida vélveran éttıler, bağçalarda da siye yer yurt koymadılar…Ê..Dı hade gene éyyısen éyyı…Herran’a su geldıde, birezım üzi güldı..Yoğsam; témellı “Sevdaya Şivan” édecağtığ.
-Sevgılı İsot’ım, senı arada bir inneledığıma bağma sen…Sénen bi’rezım hének etmağ ıstiyem.Sen dâyma, bıze hének édıp, ağzımıza burnımıza hének etmimısen…Bızım héneklerımızı, ettıği hénekleriye say.
-Sen heç merak etme sevgılı İSOT’IM…Kımse sénen olan éşkımıza, kölge düşıremez.Senı ataşlarda közlıyıp külleseğ de, küllerinén, gene flört étmağa devam édecağığ…
-Sénnen olan éşkımıza; gülüp geçenler olsa da, onarın ağzına, senı sürdığımız da, ümrü billah, kımse içgüdüsel ve ilahi sevdamıza gülemiyecağtır.
-TÜM SEVDA VE SEVDALIKLARIN, İSOT SEVDASI GİBİ, ULVİ OLMASI TEMENNİSİYLE…
  • SEVGİ’Yİ HARAÇ MEZAT SATALIM MI..!

    Sabri Temel
    -Bir çığlık ve bir haykırışla merhaba diyoruz dünya’ya…
    -Ve sonra; hayata tutunabilmenin iksirini emerek içiyoruz ana memesinden…
    -Tanışıyoruz, hissediyoruz  ana sevgisini, emlek kuzu iken…
    -İliklerimize değin süzülüveriyor, depreştiriyor o andan itibaren, sevgi ve sevgiden yana olan duygu dünyamızı.Kul ediyor kendine her bir canı…
    -Gün geliyor; “CANAN” arıyor kendine, her bir can.Ruhsal tatminden yana, sevgi arıyor paylaşmak için.Hayaller kuruyor kendi ruh dünyasında.Ruhuna uygun gelebilecek, benliğiyle sentezleyebilecek, bir can arıyor, “CANAN” diyebilmek için.
    -Kul daralıyor, “HIZIR” yetişiyor günün birinde.Giriveriyor düşlerine hayal ettiği, “CANAN” diyebileceği, “CAN” diyebileceği sevda iksiri…
    -Arama-tarama ve eleme faaliyetleri başlar ve bu döngü maratonu değişik zikzaklarla sürer, sürer…
    -Heyecan, emek, özveri ve olağanüstü gayretler sarfedildikten sonra…
    -Süreçte; gelgitler, devinimler, tezatlar, kırılma noktaları ve durulanmalar.Hepsi; Sevgi ve Sevda yolculuğundaki karşılaşılan serüvenlerdir.
    -Beklenilen ve beklenilmeyen serüvenlere, bir göz atalım isterseniz…
    -Bir zamanlar uğruna her şeyimizi feda edebileceğimiz “Sevgi”mizi, nasıl olur da, tek çırpıda bir pula satabiliyoruz.Bizi bu noktaya getiren bu kadar güçlü etken ne olabilir ki.
    -Ve zaten, ulviyet yüklü olan bu kavramı, niçin bu kadar hafife alıp, hayatımızdan koparıp atıyoruz.
    - Atıyor muyuz yoksa; zorunlu terk etmenin kaçınılmaz sonucu  mudur..? Sevgi bağıyla birbirine  bağlanan taraflar, bu bağın gevşemesine neden bu kadar kolay izin verirler.?
    - Ortak aklı kullanarak, başlangıçta ortaklaşa tesis ettikleri  bu sevgi yumağını ölümsüzleştiremezler mi..?
    - Neden kısa birlikteliklerle, bu Sevda kervanını,  bir anda ters yüz edebiliyoruz. İki insanın, ortakça paylaşabileceği, bir sevda yolu, bir çıkış yolu olmalıdır elbet. Neden çaba sarfetmeden, orta yol bulmaya çalışılmadan, körpecik- filiz gibi “Sevgi”yi acımadan katlederiz. Sevgisizlik oklarına hedef tahtası yaparız.
    -Sevgi; bazen bir ağaçtan uçuşan bir yaprak gibi, göksümüze düşüp kalbimize nakşedilmedi mi.?
    -Ve de biz; kalbimize nakşedilen o sevdayla, ateş nöbetlerine düçar olmadık mı.? Aklı seyahate göndermedik mi, bu sevdalıklar uğruna.
    -Sevgi ve sevdamızı, bazen çeşme başındaki yavuklumuza bir mendil atarak ispata çalışmadık mı.?
    -Bazen; Sevgi ve Sevda uğruna, at sırtında saatlerce yol almaya çalışmadık mı.? Sevdamızı; bir anlık görme, ona yakın olma adına, uykusuz ve yorgun geceler geçirmedik mi.?
    -Gün boyu; saatlere varan sürelerce, köşe başlarında, dar sokaklarda, sevda uğruna pencere diplerine tünemedik mi.? Sevda’nın arkasından, kaçak bakış ve adımlarla kaldırımları aşındırmadık mı.? Envai türlü şeytani entrikalarla, yavukluyla göz göze, diz dize gelmenin yollarını aramadık mı.?
    -Tüm bu anlattıklarımın hepsi, sanmayın sadece erkeğe özgü…
    -Hayır…Asla ve kat’a…
    - Aynı çaba, his ve duygular karşı cenahta da mevcuttu.(Kadın) Ancak strateji farklılığından bahsetmek mümkün.Çevre ve yaşam koşulları itibariyle.
    -Emek, özveri ve sadakat isterdi, eski sevdalıklar. Kat’i bir sözleşme gibiydi gönül verdiğiniz, sevdalandığınız kişiyle aranızdaki duygusal ilişki. Bu akte, bağlı kalınmaya çalışılırdı sonuna dek.
    -Aksi davranış; sevginin-sevda’lılığın raconuna aykırı düşerdi, yavukluların, namertliğini ispata gelirdi.Bu hareket, asla affedilmeyen sonuçlar doğururdu kimi zaman.
    -Sevda’mıza vuslat için, tüm dünya’ya rest çekip, en yakınlarımızla, bazen yol ayırımına gelmedik mi.?
    -Bazen defterden sildik, bazen defterden silindik bu uğurda.Evlatlıktan reddedilmedik mi ailelerce.
    -Sevgi ve sevda neydi, varlığından bile bi haberken, yalancı pehlivanlar gibi güreşe yeltenmedik mi.?
    -Sikletimize uygun düşmeyen güreş partnerlerimizi bazen yendik, bazen yenilmedik mi.
    -Olsun..Olsun; değerdi tüm bunlar, Sevda uğruna…
    -Hepimiz haykıra, haykıra bağırmadık mı, Sevdamızı tüm alem duysun diye.
    -ÇÜNKÜ  : “AŞK KALBE GİRİNCE-AKIL SEYAHATE ÇIKMIŞTI” da ondan.
    -Sevgi-sevda var mıydı-yok muydu onu bile fark etmeden,  yüzme fakiri olarak okyanuslarda  yüzmeye girişmedik mi.? Dalgalar, gel-gitler bizi fırlatıp kıyıdaki kayalıklara çarpmadı mı.?
    -Beyin travmaları geçirip, cin çarpmışa dönmedi mi kimilerimiz.
    -Neydi bu kadar; bilmeden tanımadan önem ve ehemmiyet verdiğimiz, bu gizemli his dünyası.Olmalı mıydı- olmamalı mı..?
    -Bu kadar misyon yüklediğimiz bu kavram, siklette ve pahada da ağır olsa gerek. Hafife almamalıyız, onu mihenk taşına vurmalı ve sarraf mizanında tartmalıyız.
    -Onu; ıspanak ve pırasa alır gibi semt pazarlarından edinmedik üç-beş pul karşılığında.
    -Yücelik ve nicelik yüklü olan bu yaşamsal kavramın, sentez-analiz ve pratik yaşamdaki yerini, ortak akılla korumaya çalışmalıyız.Bir hiç uğruna, kurda kuşa yem etmemeliyiz.
    -Sevda;  Aş, ekmek, su ve soluduğumuz hava gibi bir şeymiydi. Değermiy di, bu kadar meşakate, bu denli göğüs germelere.
    -Söküp atılabilinirmiydi konuk edildiği yerden.
    -Konuklar da, hata yapar, kimi zaman konuk evlerinde. Tek çırpı da kovulmalı mı konuk, kapı dışarı edilmeli  mi, gecenin bir vaktinde. Ters düşmezmiydi insan onur ve haysiyetine.
    -Hoşgörü ve toleransla, ikaz mı edilmeliydi, baş tacı edildiği yerde.
    - Konuk olmanın ve konuk ağırlamanın ahkam, erdem ve adabı mı, lanse edilmeye çalışılmalıydı, kovulmadan önce.
    -Kovmak ve kovulmak, insan yaşam pratiği içerisinde, sempatik ve insani olmayan fiiller kategorisinde mülahaza edilen etmenler değilmiydi acaba...?
    -O zaman; gönül eyvanına, kanımızla nakşettiğimiz sevda’mızı silmeye çalışırken, bir söyleyip, bin düşünmek zorunda değilmiyiz.?
    - Kanınızla derinize nakşettiğiniz sevdanızı nasıl koparıp atacaksınız.
    -Bu mümkün mü..?
    -Bünyenizde tahribat yaratacak kalıcı izler bırakmayacak mı..?
    -Sevda’lıklar; yılkı atı gibi, hasat sonu yabana, azgın kurtlara yem olsun diye kolayca terk edilmeli mi..? insafsızca.
    -Bin bir emek ve zahmetle, bezeyip süsleyerek, altın kupaya koyduğumuz sevdamızı, heder olmasın diye, kalın surlarla koruma altına almadık mı.?
    -Üstelik sur duvarlarını, daha tahkim olsun diye, yumurta akıyla yoğurduğumuz harçlarla, oya işler gibi örmedik mi.?
    -Sevgi ve Sevda’lanma kavramı; insana doping etkisi yapan bir temel besin gibidir, can suyudur adeta.Onsuz yaşamak tatsız-tuzsuz beslenmeyle eş değerdedir.Sevgisiz yaşıyorsanız, kan değerlerinizin fonksiyonel bozukluğunu hisseder olursunuz yaşam boyunca.Sevgi dolu bir yaşam, kan değerlerinizi ve kalb ritminizi dengeleyen  ulvi bir hissiyatın külliyesidir.Bu hissiyatın bütünlüğünü ve sağlıklı işleyişini muhafaza etmek, çoğu zaman kendi inisiyatif ve kudretiniz dahilindedir.Sevdanızı koruma ve kollama adına, kudretinizi daha muktedir olabilecek şekilde kullanmayı, neden beceremiyor kimi insanlar.
    -Sevme ve sevdalanma konusunda yeni ve eski diye bir ayırım yapmak mümkünmüdür.?
    -Elbetteki hayır.
    - Sevme ve sevdalanma, insanoğlunun varoluşundan bu yana vazgeçilemeyen, içgüdüsel bir duygu olarak süre gelmiştir.İnsanlık alemi varolduça da, bu kavram varlığını hissettirecektir. -İnsanoğlu üzerindeki tekelci egemenliğini sürdürecek ve bayrağını dalgalandıracaktır.
    -Ancak; toplumların; sosyo-ekonomik ve teknolojik koşullarının değişimiyle, çok komplike olan bu kavramı hissetme, edinme ve yaşatma koşullarında da, oldukça değişiklikler gözlemlenmektedir.
    -Eskiye oranla; şimdiki insan ilişkileri ve koşulları çok yakınlaşmış ve kolaylaşmıştır. Daha az emek ve daha az özveriyle, Orhan Ayşe’ye, Ayşe’de Orhan’a…
    -”ALO ORHAN SENİ SEVİYORUM. ORHAN’DA TEK ÇIRPIDA BENDE SENİ SEVİYORUM” diyebiliyor.
    -Diyebilsin, bunda bir beis yok.Gel görki, olgunlaşmayan bir meyvenin asli tadını almak mümkün değildir.Ayakları yere basmayan, sağlam temeller üzerine bina edilmeyen Sevdalıkların akibeti, olgunlaşmamış ham meyveye benzer, amaçlanan tadı ve hazzı almamız  beklenemez.
    -Olmadı usta, olmadı.Dakka bir, göl bir. Aslında yanlış düdük…Durum daha vahim…Of sayt
    -Niye mi dersiniz…Çünkü; “Bağlama sağlam ama, teller bozuk” da ondan.
    -Terazi eski terazi değil, elek eski elek değil.Diyeceksiniz ki; kardeşim şimdiki teraziler elektronik.Yemezler kardeşim, elekronikte olsa şimdiki teraziler, herifçi oğlu, onun da hileli yollarını buluvermiş.Batman gelecek ol sikleti, harbi tartmaz ki..
    -Elek desen, onu da unutmamış eleoğlu. Eleğin kimi gözeneklerini fark edemeyeceğimiz kimysallarla kapatıvermişler.İnsan hülasasını, işlerine gelecek şekilde elemenin riyakarlığını da bulmuşlar sadistçe.
    -Ekonomik anlamda, tarım toplumundan, sanayi toplumuna geçiş sağlanırken, kırsaldan kent yaşamına da intikaller oluverdi. Bu; yer değişimler sonucu, insan yaşamında da, kayda değer ve özden uzaklaşan, yaşam biçimleri peyda edildi istenmeyerek.Hal böyle olunca da; Sevgi ve Sevda’nında, toplumun üst değerlerine uygun düşmeyen, yeni edinim yollarıyla vücut bulmaya çalışıldı.Siyasi erk’lerin, yasa yoluyla topluma sağladıkları kimi özgürlüklerin, bireylerce kullanım sınırları ayarlanamadı.Herhangi bir alandaki özgürlük haklarımızın kullanımını kendi menfaatimizin tersine, bizimdir diye sonuna kadar limitsiz kullanmaya başladık.Özgürlüklerin limitsiz kullanımı, çoğu kez, bize negatif değer olarak geri geldi.
    -“Delıdır malıdır-kime ne” dedik ve limit aşımına uğradık, ne yazık ki…
    - Bir fısıltı duyar gibiyim galiba…
    -Ne yani kardeşim, varolan özgürlüklerimizi kullanmayalım mı…
    -Kullan kardaşım..Elbetteki hakkın olan özgürlükleri, ortak aklın ve evrensel değerlerin öngördüğü biçimde kullanmak en doğal hakkın..
    -Ancaaak…..Yeryüzünde; kimi özgürlüklerin kullanımı, bölgesel ve hatta nokta yerlere göre, tedbirli, özenli ve itinalı kullanılmalıdır.Aksi takdirde, manevi kayıp, özgürlüğünü hoyratça kullanan kişiye ait olacaktır.Kullan kardaşım özgürlüğünü, ÖZGÜRSÜN…”Köy senin keyif senin”.Son ağlamak, limitsiz çarçur ettiğin özgürlüğünü geri getirmeyecektir.
    -SEV SEVİL AMA, FİZİKSEL VE RUHSAL BEDENİNİ HEDER ETME BU UĞURDA.
    -DERSİMİZE ÇOK İYİ ÇALIŞMALI, İSABETLİ VE DÜZEYLİ  KARARLAR ALMAYA, AZAMİ ÖZEN VE İTİNA GÖSTERMELİYİZ.
    -SEVGİNİZ DAİM, SEVDALIĞINIZ KUSAL OLSUN.
          -SEVGİSİZ KALMAMA UMUDUYLA…
    -SEVGİ VE BARIŞ DOLU BİR YAŞAMI OLSUN HERKESİN.SABRİ TEMEL-TEMMUZ-2012

    ODA GELENEĞİ..

    Şehirlerin  gelişmesi ile ortaya çıkan “oda”ların ve bu çevrede oluşan “Oda Geleneği”nin yeterince ve gereği gibi araştırılıp incelendiğini ileri sürmemiz mümkün değildir. Söz konusu mekana ve mekan ekseninde oluşan soyut ya da somuzkültürel öğeleri ele alan eserlerin sayısı ne yazık ki bir elin parmakları  kadardır.
    Baktığımızda; bu durumun “oda” adı ve “oda geleneği” hakkında yalan yanlış bilgilerin önemli gerçeklermiş gibi anılmasına ve anlatılmasına yol açtığını görürüz. Şöyle ki:
    Büyük şehirlerde yaşayan insanlarımız, televizyon denilen mucizevi cihazın evlerimizin baş köşelerine kurulmaya başladığı 1970’lere ve hatta özel televizyonların yaygınlaştığı 1990’ların ortalarına kadar gerek “oda” sözcüğü, gerekse bu sözcük etrafında oluşan “oda geleneği”, “oda gezmesi”, “oda sahipliği”, ve “oda arkadaşlığı” gibi kavramları ve içeriklerini, kırsal hayatın gereği ve “köy odaları”na özgü gerçekler olarak algılamışlardır.
    Öyle ki uzun yıllar Türkiye’nin tek ve en yaygın haber, kültür, sanat ve eğlence kaynağı olan Ankara Radyosu’nda yayınlanan “harman yeri”, “tarla dönüşü”, “Bağ Bozumu” veya benzeri isimlerle anılan programlarda adları geçen “Ali Emmi, Veli Dayı, Esma Kadın, Güllü, Ziraatçi, Bekçi, Baytar, Sağlıkçı, Hoca Efendi, Öğretmen Bey, Osman Ağa ve Köyün Delisi” gibi muhayyel kişilerin zaman zaman kavgaya dönüşen münazara, münakaşa, müşavere, sohbet, muhabbet ve misafir karşılayıp yolculama adetleri, türküleri ve öyküleri münhasıran köylere ve “köy odaları”na özgü etkinlikler olarak kabul etmişlerdir.
    Böyle bir kabul, doğal olarak, şehirlerde; ev denilen yaşam sisteminin kalbi
    konumundaki “oda”ların; aynı evde sürekli ve birlikte yaşayan aile bireylerinin, yaşamın herkesçe bilinen ve alenen yapılmasında sakınca bulunmayan olmazsa olmazları ile yine sadece aile bireylerine özgü gizli, gizemli ve özel anların yaşandığı mekanlar olarak tarif edilmesine sebep olmuştur.
    Başlangıçta: dışarıdan gelebilecek her türlü tahlike ve tehditten uzakta, bir arada dayanışma ve güven içinde yaşamak güdüsü ile şekillenen ağaç kovuğu, in, mağara ve çadır gibi tek bölmeli yaşama mekanları tek göz “oda”dan başka bir şey değildir.
    •Zamanımızdan yaklaşık bir 500 yıl önce “ev” adıyla hayatımıza giren bu mekanlara verilen ve tarih sahnesine “Türk” adıyla çıkan Göktürklere ait yazılı belgelerde yer alan bu sözcük, Türkçe değildir. Dilimize Sami-Arami dillerinden; daha açık bir ifadeyle söylersek, Kadim Süryani lisanından girmiştir.
    “Oda” kelimesi ise; ekmek kadar kutsal ve su gibi aziz bildiğimiz “ev”in aksine köküyle de ekiyle de Türçedir.
    •Zamanımızdan yaklaşık bir 500 yıl önce “ev” adıyla hayatımıza giren bu mekanlara verilen ve tarih sahnesine “Türk” adıyla çıkan Göktürklere ait yazılı belgelerde yer alan bu sözcük, Türkçe değildir. Dilimize Sami-Arami dillerinden; daha açık bir ifadeyle söylersek, Kadim Süryani lisanından girmiştir.
    “Oda” kelimesi ise; ekmek kadar kutsal ve su gibi aziz bildiğimiz “ev”in aksine köküyle de ekiyle de Türçedir.
    Kelimenin kökü; ateş, od ve ocak anlamında kullanılan “od”dur. Ki eski Türk inancına göre “od”, hayatın en güçlü belirtisidir. “Ocağın sönmesin” sözü “çok yaşayasın, soyun devam etsin” anlamında bir dua olarak hala dillerdedir. Aynı şekilde Urfa ağzında da sık sık kullanılan “odi ocaği yıhıla” şeklindeki beddua; gerçekte beddua edilen kişinin ölümünü ve ailesinin dağılmasını dileme anlamını ihtiva etmektedir.
    “Oda” sözcüğünün kökenine dair bir başka iddia da, kelimenin “otur-mak” mastarının kökünden geldiği, başlangıçta tek gözlü çadırlara verilen “otağ” isminin yerleşik hayatın sabit yaşama mekanlarında “oda” şekline dönüştüğü yolundadır.
    Bizim tanımlamaya çalışacağımız “oda” ise:
    Şehirlerimizde sosyal, ekonomik, ticari, sınai ve sair sosyokültürel ihtiyaçların yönlendirme ve zorlamaları sonucunda ortaya çıkmış bir olgudur.  Bir mekanı anlatmanın ötesinde, mekanda gözlenen eylem ve işlevlerin tümünün adıdır. İnsanımızın hayatının bir parçası olarak ve önceliklerinin önünde tuttuğu “ev”leri gibi ve ev denilen bu canlı mekanın çeirdeğini oluşturan buluşma, konuşma, yeme-içme, dinlenme, eğleşme ve eğlenme ortamıdır.   
    “Oda geleneği”; oda danelin bu çekirdek mekan etrafında ve yine şehir hayatının şekillendirmesiyle oluşmuştur.
    Geleneğin kökenleri “oda” sözcüğünün ortaya çıktığı, tarihimizin Ortaasya çağlarına dayanır. Başlangıçta tek oda görünümü arzeden Bozkırlı Göçebelerin keçe çadırlarında yaşanan tören, şölen, alışkanlık ve görenekler günümüze kadar kısmen tabii ve coğrafi şartlara göre uyarlanıp yenilenerek günümüze kadar getirilmiştir.
    Tarihimizin Anadolu asırlarının “Fetih Çağları” da dediğimiz ilk dört asrında, XI-XV yüzyıllarında, şehir denilen ve sürekli değişerek gelişen yerleşim birimlerinde
    yaşayan erkeklerin bir araya gelerek sohbet ettikleri, çeşitli konularda fikir alış-verişinde bulundukları, mevsim şartlarına göre yemek yedikleri odalar, Osmanlı İmparatorluğu’nun tabi sınırlarına dayandığı XVI. Yüzyılın ortalarında hayatımıza giren kahvehanelirin yaygınlaşmasıyla birlikte duraklamaya ve söz konusu hanelerin çekiciliği ile yarışamayınca da önemlerini yitirmeye başlamışlardır.
    İlerleyen zaman içinde ve özellikle 1856’da kabul edilen Ramazan Kararnamesine bağlı olarak alınan önlemler, bütün iktisadi ve ticari hayatla  birlikte   bu hayatın şekillendiği gelenekleri de derinden etkilemiş, oda diye bir mekanı  zorunlu kılan ortamı dağıtıp alt-üst etmiştir.
    Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, iktisadi ve ticari hayattaki işlevlerini yitirmiş bir mekan ve mekana bağlı olarak devralınan odaların son yıllarda ve genellikle nostaljik duygularla yeniden canlandığı görülmektedir.
    Oda geleneği kentten köye hemen her yer ve yaşama biriminde yaşatılan bir toplanma, toplu eğlence, birlikte eğleşme, hoşça vakit geçirme, danışma, dayanışma ve ziyafet kültürünün adıdır.
    Halk arasında “oda sahibi olmak” diye bir kavram vardır. Herkes oda sahibi olamaz veya oda işletemez.
    “İşletme” kavramı akla kahvehane veya benzeri haneler gibi ticarethaneleri getirmesin. Oda işletmek veya oda sahibi olmak; çarşının mahallenin veya köyn varlıklı, hatırlı va saygın kişilerinin yol ve erkan büyüklerinin evlerinin veya başkaca mülklerinin “oda” olarak adlandırılan bir bölümünü halkın toplantı mekanı olarak, “Tanrı Misafiri” diye kapıyı çalanların ya da habersizce gelenlerin ağırlanmaları için yaz-kış açık tutulması anlamına gelirdi.
    Günümüzde medyatik birer etkinlik olarak sahnelere ve televizyon ekranlarına taşınan Urfa Sıra Geceleri, Çankırı Yaren Sohbetleri, Balıkesir Barana Toplantıları veya Anadolu’nun bir çok yerinde hala yaşayan ve yaşatılan “Meşk”, “Cümbüş”, “Meclis”, “Alem”, “Şura”, “Gezek” gibi adlar verilen toplantılar ne anlam taşıyorlarsa; “Oda Geleneği” de aynı şekilde veya benzer eylem ve işlevleri ihtiva etmektedir.
    Daha ziyade kış mevsimi toplanma biçimleri olan “Sıra Gezmesi”, “Yaren Sohbeti”, “Gezek” ve benzeri toplantılarda; sırası gelen kişinin evi toplanma mekanı olurken, esnaf ve sanatkar nüfusun yoğun olduğu şehirlerde kış toplantıları daha çok han gibi tarihi mekanlarda ihtiyaca göre düzenlenen odalarda yapılır.
    “Oda geleneği” zaman zaman hem Urfalılar hem de bu ortamda bulunan yabancılar tarafından yanlış algılanmakta; kimi “oda”larda  gerçekleştirilen eylem ve etkinliklere göre değerlendirilerek salt eğlence ve musiki ortamı olarak kabul edilmektedir.
    Musiki, “oda geleneği” içinde önemli bir yer tutsa da, bir  “Sıra Gezmesi”, “Asbab Gecesi” veya “Eğlence”, “Meşk” ve “Alem” diye adlandırılan toplantılar gibi sadece musiki ve eğlence meclisi değildir. Odada “boşça” değil, “hoşça” vakit geçirmek esastır. Bu da bir çeşni olarak musikinin yanı sıra güncel konularla mesleki sorunların sohbet ortamı içinde konuşulup tartışılmasıyla mümkündür.
    “Oda”lara zaman zaman sosyal ve ekonomik statüleri farklı insanlar konuk edilebilirse de asl olan, yukarıda da değindiğimiz gibi, oda arkadalarının, “işlerinin, aşlarının, yaşlarının, başlarının, mezhep, meşrep, tarikat  ve hatta eşlerinin” denk olmasına ve birden fazla ortak paydalarının bulunmasına özen gösterilir.

    AŞKIN URFALICASI -1-

    YAŞAR DURU HOCAMIZDAN PAYLAŞTIĞIMIZ BU YAZI İÇİN KENDİLERİNE TEŞEKKÜR EDERİZ.

    AŞKIN URFALICASI -1-
    Yaşar Duru

    Akşam saatlerine doğru; insanlık tarihinin sıfır noktasında; Göbekli Tepe’den seyretmeliyiz Urfa’nın etrafındaki dumanlı dağları. Dönüşte Germiç’e ve Kısas’a uğramalıyız. Alevi Bektaşi geleneğinin bütün canlılığı ile yaşandığı ve yaşatıldığı Kısas’ta bir çay molası vermeliyiz. Aşık Sefai...

    ’nin evinde. Belki bir hoyrat, belki bir türkü ve belki de Kısas Semahı’nı dinl...eyebilmeliyiz.
    Yarının programını akşam yemekte yapar; kendinizi yorgun hissetmezseniz, bir dostumuza konuk olmalıyız.. Sazın, sözün ve sesin ustalarıyla tanışıp konuşmalı, sohbet etmeli, halleşip dertleşmeli ve meşkleriyle kendimizden geçmeliyiz. Geceden aklımızda bir daha unutmayacağımız öyle şeyler kalmalı ki arasak da başka yerlerde bulamamalıyız.
    Evimizin bulunduğu tetirbeden çıkar çıkmaz hafif geriye dönmeli, ayak parmaklarımızın üstünde yükselip Nuri Baba’nın çardağının penceresine bakmalıyız. Mardinli komşumuzun ismini bir türlü öğrenemediğimiz güzel kızı pencereye çıkmalı, sesini duymasak da yüzünü görmeliyiz, bakışmalıyız bir kaç saniye sadece. Tek kelime etmeden anlatmalıyız gönlümüzden geçenleri. Tek kelime duymadan anlamalı söylediklerimizi. O gülümsemeli, yanaklarında güller açmalı; biz gülümsemeliyiz. Sevdiğimizi, sevildiğimizi bilmeliyiz.
    Yüzüme öyle tuhaf tuhaf bakmamalısınız, soran gözlerle. “Bu ne demek oluyor şimdi” diye sormamalısınız. Yaptığımıza mutlaka bir isim vermek gerekirse; “Urfalıca Aşk” ya da “Aşkın Urfalıcası” demeliyiz.
    Sorsanız da sormasanız da anlatacağız zaten. Biraz sıkılarak da olsa, her devirde türkü pınarının en zengin kaynağı olan Aşk’ı ve Aşkın Urfalıcasını bilmeden Urfa türkülerini anlamanın imkansız olduğunu söyleyerek başlamalıyız söze.
    Yol boyu daracık sokaklarda; Urfalıca Aşk’ı konuşmalıyız.
    Eskiden böyle değildi bu şehir.
    “Kaç-göç” denilen bir realite vardı şehir halkının gündelik hayatını ve geleceğini belirleyen.
    Evlerde harem-selamlık bölümleri vardı. Mahremiyet diye bir kavram vardı.
    Aralarında nikah aktedilmesi mümkün erkekler ve kadınlar bir arada bulunamaz, uzun uzadıya konuşamaz, gözgöze bakışamaz, el sıkışamazlardı.
    “Kaç-göç”ün kuralları yazılı değildi ama, dini doğmalardan daha kutsal kabul edilirdi. Evli, dul, bakire, sözlü veya nışanlı hanımlar; günümüzdeki gibi canı istediğinde veya ihtiyaç hasıl olduğunda, elini kolunu sallaya sallaya çarşıya-pazara, hatta babaevine, kardeşine, bacısına ve konu-komşuya gitmek şöyle dursun; sokak kapısının önünü süpürmek için dahi sokağa adımlarını atamazlardı.
    Pencereden bakmak, kapı aralığından sokağı gözetlemek ahlaksızlık sayılırdı. Sokakta karşılaştıklarında kadınlar yana çekilir, yüzünü duvara döner ve erkeklerin gelip geçmesini beklerlerdi.
    Gençler birbirlerini ya müşterek tanıdıklarından birinin evinde, bağında, bahçesinde görür; ya komşu düğünlerinde gözgöze gelmek fırsatını yakalar ya da ebeveynlerinin tarifine kanarak beğenir, sever ve hayatlarını birleştirmeye karar verirlerdi. Taraflar birbirlerinin en çok ve ancak gözlerini görebilirlerdi. Tıpkı Sezai Karakoç’un Mona Roza’sında “Bir bakışın ölmem için yetecek” diye tarif ettiği bir bakışma yeter aşk ve aşık için. Aşkların hemen hepsi platonikti ve aşıkların kavuşması güneşin batıdan doğması gibi bir şeydi.
    Urfa türkülerine, hoyratlarına, uzun hava ve gazellerine yansıyan “aşk” böyle bir duygudur. Odağında veya hiçbir yerinde cinsellik söz konusu olmayan, gönülden gönüle akan bir sıcak duygunun, bu duyguyla yaşanan hallerin adıdır
    Bütün bu olgu ve oluşlar; Urfa türkülerine, hoyratlarına ve gazellerine birebir yansır. Ne türkülerde ne hoyrat, uzun hava ve gazellerde cinselliği çağrıştıracak öğelere ve kelimelere yer verilmez. En uç istekler dahi adabınca kelimelere dökülür. Urfalıca Sevda nedir, Aşkın Urfalıcası nasıldır; en güzel türkülerde görebiliriz. Aşkın başka ağız ve lehçelerdeki anlamından farklılığını görebilmek için Saba makamında şu İstanbul türküsünü dikkatlice tahlil etmeliyiz.
    Daracık sokakları duman bürüdü
    Külhanbeyleri de yollarıma yürüdü
    Benim yarim küçücüktü büyüdü
    Sürüden ayrılan sürmeli koyun
    Yataklar serdirdim gel yarim uyu(soyun)
    Daracık sokaklar.. perde perde çöken sis.. dumanlı havadan yararlanarak kızların yolunu kesen,umuzlayıp götüren külhanbeyler.. Bu durum karşısında sevgilinin gösterdiği tavır daha da ilginç.
    “Sürüden ayrılan sürmeli koyun”u kurtların kapacağını ima yoluyla da olsa hatırlatmakla kalmıyor; “Yataklar serdirdim gel yarim soyun” diyerek aşktan ne anladığını da hayasızca dile getiriyor.
    Urfa sokaklaranda aşkan Urfalacasana dinlemek ve öğrenmek için Saba bir Urfa türküsüne kulak vermeli ve İstanbul usulü aşkla kayaslamalıyız.
    Yine daracık sokakları mekan tutan ve yine Saba makamındaki şu Urfa türküsüne yoğunlaşalım.
    Bu güzel türkü de sokak, yol ve karşı cinsle ilgili. Ama arada o kadar büyük fark var ki farkedebilene.
    Daracık sokakta yare kavuştum
    Yar aşağı ben yukarı savuştum
    Yare bir gül verdim yarnan barıştım
    Bir tanecik bu dert yaralar beni
    Beni beni beni ceylanım seni
    Sürmedim sefanı neyleyim seni
    Uy beni beni
    Yüce dağ başında yayılır atlar
    Yarimin koynuna girmesin yadlar
    Mezarımın üstüne bir karış otlar
    “Daracık sokakta yare kavuştuğu”nuz bir anınız oldu mu hiç?
    Nasıl duygudur bilirmisiniz; göz ucuyla birkaç saniyelik kaçamak bakışmak. Ve sonrasında, hiçbir şey olmamışcasına yollarına devam etmeleri sevgililerin. “Yara bir gül”verip “yarla barışmak” Urfa’da imkansızdır, bilir misiniz? Aşk güzel şeydir ama, edep daha da güzelleştirir insanı, insanların gözünde. Sevmek yaradılıştan gelme bir duygudur ama, ahlak da yaradılışın gereğidir.
    Ressam-Şair Remzi Kara’nın Urfalıca Aşk’ı ya da Aşkın Urfalıcası’nı tarif eden şu mısralarındaki olayları, halleri ve duyguları kaç Urfalı yaşamamıştır acaba.

    Sıcak yaz akşamlarında damlarda yatardık.
    Urfalıydık, delikanlının kralıydık amma..
    Sevgilinin gözlerine bakmaya
    Ya utanır ya da korkardık!..
    O akşamın en parlak en berrak yıldırzlarını
    O’nun gözleri niyetine alır yüreğimizde sabahlatırdık
    Ben Leyla, O Mecnun yıldızına bakardık
    Kavuşmayan her Urfalı için uyumaz;
    Sabahlara kadar hasretle yanar yanar yanardık.
    Efsane şehirdik;
    Şehrimizin daracık sokakları,
    Sokakların üstünde kabaltıları vardı/
    Gün olur daracık bir sokakta
    Gün olur bir kabaltda karşılaşırdık
    İnanın, inanın ben mertçe, o safça;
    Öylesine işte azbuçuk bakışırdık
    İkimiz bir kaneviçede solmaz nakıştık
    Ben Hallürrahman, O Aynızeliha olur;
    Gene de gene de kavuşamazdık.
    Töreler affetmez!.
    Başlık parası yaşa-başa bakmaz bu şehirde.
    Bu şehirde: sevenler İbrahim ile Züleyha’dan beri asla kavuşamazdı.
    İşte o kavuşmazlar içinde;
    Hasrete mahkum edilmiş nice yıllardan sonra.
    Ben diyeyim otuz, siz deyin kırk yıl sonra;
    Balıklı Gölde aynı balıklara yem atarken rastlaştık.
    O mu o değil mi diye hayretler içinde bakıştık.
    O’ydu Allahım kırk yıldır görmediğim.
    Hasretine, bir kelimesine bu canı bin defa feda ettiğim
    Bir tanemdi O!..
    Bakın kırk yıl sonra neler neler konuştuk Urfalıca:
    “Nasılsan bacım”
    “Sağol kardaş eyiyem, sen nasılsan”
    Ben de eyiyem bacım, çoluk çocuk nasıl?”
    “Eli öper!. Ya seninkiler, ya seninkiler kardaş?”
    “Eli öperler, köley olurlar”
    Ancak bu kadar konuşabildik.
    O bana bacı, ben artık ona kardaştım.
    Parlak yıldızlarımızı, umutlarımızı..
    Korkak ve mahçup Urfalılığımızı,
    Avuçlarımıza alıp Urfa’nın kızgın güneşine tuttuk;
    Erittik, erittik, Balıklı Göle karıştık.
    İşte biz, bu efsane şehirde;
    Efsane aşıklardık!..
    Bu gece bir odaya davetliyiz.
    Belki çift bölümlü bir evin selamlığının baş odasında, belki de tarihi bir hanın; Mıkım Tahir’in, Kel Hamza’nın, Nuri Hafız’ın, Bekçi Bakır’ın, Tenekeci Mahmut’un ve daha nice ustaların sesleriyle mest olmuş; tavanı çatma tonozlu odalardan birinde buluşacağız dostlarla.
    İşleri.. aşları.. yaşları.. başları ve hatta eşleri denk insanların bir araya geldikleri bu ortamı doya doya solumadan ve oda geleniğinin ritüellerinin uygulanışını gözlerinizle görmeden Urfa Musikisinin tadına varmanız mümkün olmayabilir çünkü. Oda geleneğimizi birebir yaşamalısınız Urfa’yı ve Urfalıları tanıyabilmek için.
    Ama önce ve başınızı ağrıtmayacaksak “oda”yı ve “oda geleneği”miz hakkında birkaç söz söylemeliyiz.

    EZELDEN URFALI OLMAK...

    BU YAZI DEĞERLİ HOCAM; YAŞAR DURU BEYEFENDİDEN ALINARAK YAYINLANMIŞTIR.KENDİLERİNE TEŞEKKÜR EDERİM.

    EZELDEN URFALI OLMAK...

    Günlerden bir gün yolunuz Urfa’ya düşerse şayet ve bir maniniz çıkmazsa; misafirimiz olmalısınız mutlaka. Eşiniz hanımefendi ve çocuklarınızla fakirhanemizi onurlandırmalı, Şiirin ve Türkünün Başkenti Şanlıurfa’yı, köşe-bucak bizimle gezmeli ve tanımalısınız bütün yönleriyle.
    Bize ulaşamamak gibi bir durum asla söz konusu değil.
    Çünkü; biz, yaklaşık 2 milyonluk büyük  bir aileyiz.
    Biz Urfalıyız, biz Urfayız; İbrahim Halilullah’ın mirasçılarıyız. Evlerimiz, sofralarımız ve gönüllerimiz “Tanrı Misafiri” diyerek kapımızı çalan herkese açıktır
    Şehrimize ayak bastığınız her hangi bir gün, her hangi bir saatte ve her hangi birimizle karşılaştığınızda veya her hangi birimizin kapısını çaldığınızda; bilin ki her birimiz size ev sahipliği yapacak, canınızı canımız, sağlığınızı sağlığımız, namusunuzu namusumuz, iffetinizi iffetimiz ve sizleri kendimiz bilerek sahipleneceğimizden emin olmalısınız.
    Misafir gibi değil, bu büyük ailenin eşit haklara sahip fertlerinden biri olduğunuzu kabullenmeli ve buna göre davranmalısınız. Her arzunuzu, isteğinizi ve sebeb-i ziyaretinizi bize çekinmeden söyleyebilmelisiniz.
    Urfa’yı tanımak mıdır muradınız? Postmodern çağın masal şehrini şöyle bir gezip görmek  ya da vatani görevini şehrimizde yapan ogulcuğunuzu veya Harran Üniversitesi’nde okuyan hanım kızınızı görüp hasret gidermek midir dileğiniz?
    Mıkım Tahir’in, Kel Hamza’nın, Bekçi Bakır’ın, Cemil Cankat’ın, Tenekeci Mahmut’un, Kazancı Bedih’in, yıllar önce aramızdan göçüp giden türkünün, gazelin ve hoyratın büyük ustalarının, pirlerinin seslerini duymak istiyorsanız;
    Yusuf Nabi’nin, Hacı Abdi Efendi’nin, Mırıne Hoca’nın, Kani Baba’nın, Furuği’nin,
    Fehim’in, Külhani Ali Dede’nin, Ömer Nüzeht’in, Kuddusi’nin, Şeyh Saffet’in, Sakıb’ın, Şevket’in, Hikmet’in ve Urfalı olmasa da musiki meclislerinde gazelleri en çok söylenen iki şair ünvanını ellerinde tutan Yaşar Nezihe Bükülmez’in ve Fuzuli’nin mırsalarını anlamak mıdır maksadınız?
    Hüseyin Peyda yahut Yılmaz Güney hemşehrilerimizin Urfa ve Yeşilçam serüvenlerini öğrenmek,  sinema tarihimizdeki farklarını farkedip farkettirmek midir meramınız?
    İnsanlık tarihinin sıfır noktasından başlayarak köklerinizi aramak mıdır aklınızdan geçen?
    Sebeb-i ziyaretiniz her ne olursa olsun; “Peygamber Kokan Şehri”mizi gecesiyle-gündüzüyle, kutsal mekanları ve insanlıkla yaşıt tarihi; 12 bin yıllık Göbekli Tepesi, Şuayb Şehri, Soğmatar’ı, Harran’ı, Hen El Bağrur’u; Nevale Çori, Viranşehir, Siverek, Halfeti, Birecik’i ve diğer kadim yerleri ile tanıtmadan veda etmemelisiniz!..
    Gündüzleri tarihi ve kutsal mekanları gezmeli ve çarşı-pazar dolaşmalı; zaman zaman günü ve anı yaşamalı zaman zaman yıllar yıllar öncesine dönmeliyiz. Geceleri belki bir türkünün, hoyratın ve gazelin keyfiyle kendimizden geçmeli; belki de geçmişe dair bir söylencenin büyülü havasına kaptırıp rumumuzu Nemrut’a başkaldıran İbrahim’le birlikte putları devirmeli; bir topal karınca olup su taşımalıyız Nemrut’un yaktırdığı ateşi söndürmeye.
    Bir sabah namazında Dergah’ta saf tutmalıyız. Allah’ın huzurunda el bağlamalı, boyun bükmeli, baş eğmeli, secdeye kapanmalıyız huşu içinde. Hz. İbrahim’in doğduğu mağarada diz çöküp dualı sudan içmeliyiz aynı tastan.
    Kadıri ulularından Dede Osman Avni’nin kabri başında bir fatihalar, salavatlar, selamlar göndemeliyiz hazretin ve geçmişlerimizin ruhuna.Dualar etmeliyiz kabul olunacağına gönülden inanarak.
    Sonra Kale’ye çıkmalıyız bir kaç solukta.
    İbrahim Peygamberin ateşe atıldığı mancınıkların arasından seyretmeliyiz İbrahim’in şehrini; Eyyup Peygamber misali sabırla. Hz. Eyyub’u ziyaret için çıktığı yolculuğu bu topraklarda sonlandıran Elyaseh Peygamber’in soluduğu havayı doldururmalıyız ciğerlerimize. Şuayb Peygamber’in yaşadığı TekTek Dağları’na çevirip bakışlarımızı; Lut Peygamber’in amcası İbrahim’in peşi sıra Harran’a  gidişini izlemeliyiz gözden kayboluşlarına kadar.  
    Derken; 9-10 yaşlarında küçücük bir çocuk gelmeli yanımıza; esmer, kara gözlü-kara kaşlı, biraz sıska, biraz kavruk ve sesi hemen her Urfalı gibi yanık mı yanık! İster Türkçe, ister Kürtçe veya bir başka dünya dilinde anlamalı bize, İbrahim Peygamber’in putları birer birer devirişini.Nemrut’un kızı Züleyha’nın aşkının haberini bir de çocuktan almalıyoz. Kalenin eteklerinde bir yerden İbrahimi makamında bir gazelin nağmelerini duyabilmeliyiz. İçinden gelirse şayet; esmer, kara gözlü-kara kaşlı, biraz sıska ve biraz kavruk çocuk; bir hoyratla karşılık veremeli, Uşşak makamından.
    Şaşırmamalısınız, nasıl olur diye sormamalasınız; burası Şanlıurfa, burası şiirin ve türkünün şehridir, unutmamalısınız!.
    Çocuk anlatırken; katırlarla dağlardan taşınan odunları.. yakılan ateşin gökyüzüne yükselen alevlerini ve minicik ağzına sığdırdığı bir damla su ile ateşi söndürmeye giden  topal karıncanın kıssasını; biz kıssadan hisse çıkararak safımızI belirlemeliyiz.
    Hz. İbrahim’in ateşe atılırken yaptığı "Bana Allah'ım yetişir. O ne iyi vekildir, yardımcıdır" mealindeki duayı okumalı ve az önce nefes nefese çıktığımız merdivenlerden "Hasbiyallah ve ni-mel vekil" diye diye inmeliyiz huzur içinde.
    Ebedi kudretin tek sahibinden gelen "Ey ateş! İbrâhim'e karşı serin ve selâmette ol!" emriyle oluşan göllere geçmeliyiz doğruca. Anzılha Parkı’nda ulu bir çınarların gölgesinde yudumlamalıyız sabah çaylarımızı. Çocuklarınız kutsal olarak bilinen balıklara yem atmalı Halilürrahman’da. Eşiniz hanımefendi Ak Balık’a uğrayıp dilek tutmalı.
    Sonra... Size biraz tuhaf gelebilir ama, “biz de adet böyledir”; sağlığınız engel değilse, ciğer kebabıyla yapmalıyız kahvaltımızı. Yanında açık ekmek, közlenmiş acı isot, nar gibi domates ve buz gibi soğuk ayran olmalı mutlaka.
    Dilerseniz; en yakın pastahanede kaymaklı-fıstıklı katmer ve süt de ikram etmeliyiz. Farklı tadıyla şehrimize özgü bir lezzeti de deneyebilirsiniz. Ramazanların vaz geçilmez çöreği şekerli veya sade külünçeyle de bastırabiliriz açlığımızı. Poğaça da alabilirsiniz; börek de, çörek de. Veya domates, salatalık, peynir, zeytin dürümü de yapabiliriz sımsıcak ekmekle.
    Fazla oyalanmamalıyız; gezip görülecek o kadar çok mekan var ki yolumuzun üzerinde.
    Arasa, Sultan ve Velibeg Hamamları.. Hüseyniye Çarçıları, Kafafhana.. Mevlevihane...Mençek-Haci Kamil ve Gümrük Hanları... Kazaz ve Sİpahi Bedestenleri.. Kuyumcu, Nacar, Kazancı, Demirci, Saraç, İsotçu, Koyuncu, Kasap, Attar, Kürkçü, Kokacı ve Eskici Pazarlarını dolaşabilmeliyiz. Urfa’nın 12 bin yıllık bir tarihden günümüze kalan eserleri ve kalıntıları gezip görmeye bir değil, birkaç gün dahi yetmeyeceğini bilmeli ve zaman tüneline girip geçmişe dönmeliyiz.
    Urfa musiki geleneğini anlatmalıyız, XX. Yüzyıl Urfa’sına gitmeden  önce.
    Musiki tarihin her döneminde ve her kesimden Urfalı için hayatın olmazsa olmazları içinde yer alır, kimi zaman, mekan ve insanlar için hayatın ta kendisi olur.Diğer bir deyişle; Urfalılar açlığa, susuzluğa, yokluğa ve yoksulluğa bir yere kadar dayanırlar, ama türküsüz, hoyratsız, gazelsiz, sazsız, sözsüz ve sessiz bir ömre katlanamazlar. İnsanlarımızın genlerinden gelen bu anlayışladır ki düğünden-cenazeye, kına ve asbap gecelerinden bayramlara, seyranlara, dağ yatıları, sıra gezmeleri ve arkadaş toplantılarına varıncaya kadar her zamanı, mekanı ve olayı musiki ile anar ve anlatırlar.  
    Musiki sadece erkeklere özgü bir tutku ve bir aşk değildir Urfa’da.
    Kadınlar; gelin evlerinde yapılan ve “Kına Gecesi”lerinde evlilik, düğün ve sevda konulu türküler eşliğinde oynar; damat ve gelin tarafından kadınlar zaman zaman doğaçlama ürettikleri manilerle  atıışarak geceyi şenlendirirler. Urfalı hanımların şiire ve musikiye yatkınlıklarını “Şivan” denilen etkinliklerde de görmek mümkündür. Ölen kişiye övgü dolu ağıtlar yakarak ağlar; cenaze sahipleri ve taziyeye gelenleri de ağlatır.
    Erkeklerde mevsim ve iklim şartlarına göre; soğukların bastırmaya başladığı  aylarda “sıra gezmesi”, “asbap gecesi” ve benzeri birlikteliklerde; bahar ve yaz aylarında ise “bağ-bahçe gezileri” ile “dağ yatıları”nda etkinliğin türüne bakılmaksızın türküler ve hoyratlar okurlar. Bu etkinliklerde hoyrat, türkü ve gazellerin yanı sıra , etkinliği düzenleyenlerin ve misafirlerin meşrep ve inanç dünyasına uygun tasavvuf musikisi eserlerini de icra ederler, Yunus gibi.
    “Gelin Getirme” törenleri de, motorlu araçların yeni yeni kullanılmaya başladığı yakın geçmişe kadar, Urfa Musiki geleneğinde önemli bir yer tutar.   Gelini yaya veya atla müzik grubu eşliğinde damat evine getirilir; yol boyu hemen her sokak başında durulur  ve fasıl yapılır, hoyrat ustaları bu duraklamalarda “gelin, aşk ve evlilik” temal hoyratlar söylerler. Urfa’nın geleneksel hayatlı taş evlerinde yapılan düğün ve nikah törenlerinde “Degenek Oyunu”nun oynanır; arada hoyratlar okunur. düğünü izleyen kadınlar zılgıt çalarak düğüne katılanları coştururlar.